Doksanlı yıllarda İstanbul’da yaşayan gençlerin halini-tavrını-dilini, müzik anlayışını, hayat felsefesini derinden etkilemiş, efsane bir radyo istasyonu vardı: Kent FM. Nam-ı diğer, şehrin en görkemli rock istasyonu. Pazartesi, Salı ve Perşembe akşamları Kaybedenler Kulübü, Cuma akşamları Tekila, Çarşamba akşamları da Aşırı Doz yayınlanırdı. Bu üç program farklı gerekçelerle, hayatımızın farklı alanlarına etki etmiş, herhangi bir radyo programından çok öteye geçmişlerdi bizim için. Aşırı Doz’un etkisi müzik kültürümüzü şekillendirmek, belirlemek şeklindeydi. “Ne tür müzik dinlersin?” sorusuna “genel olarak Kent FM müziği, spesifik olarak da Aşırı Doz müziği” derdik.

Mete Avunduk’un ingiliz aksanlı(!) türkçesi ve benim kıt ingilizcem birleşince, parça önü-arkası açıklamalardan yarısını anlayabildiğimde kendimi şanslı sayardım. Programı dinlerken mutlaka notlar alırdım. Okunduğu gibi (hatta duyulduğu/ anlaşıldığı gibi) yazdığım türkilizce şarkı adları, şarkı sözleriyle dolu bir utanç defterim var. Halâ saklarım.

Elimizin altında Hz. Google da yoktu ki yarım yamalak bildiğimiz, çekinip kimselere soramadıklarımızı soralım; bunu mu demek istedin diye düzeltsin de cevap versin. Böyle utanıp da soramadığımız soruların cevaplarını bulana kadar bazen yıllar geçerdi.

Programın jeneriği şöyle bir şeydi:

Mete Avunduk sesiyle “şimdi inanıyorum inanılmaza (…) varmış gibi yapan benmişim (…) daha umutsuz, daha yakıcı(…) daha korumasız(…) ve daha bi’ farkında değil (…) ama umursamaz (…) yoo, artık ağlamıyorum…”

Kelimelerin aralarına tam da o anlamı karşılayan bir şarkıdan bi’ kuple koyulmuştu. Tek başına, böyle bir kolaj fikri bile o dönem için gayet yenilikçiydi. Beni dert sahibi yapan, daha yakıcı dedikten sonra giren şarkıydı. Birkaç saniyelik kısmını duyduğumda bile beni altüst eden bu şarkı nedir, söyleyen kimdir, öğrenmem yıllarımı aldı. Bir programda aynı şarkıcının başka bir şarkısını duyunca “bu ses, allahım bu ses” dedim ve çok şükür şarkıyı söyleyenin adını öğrenmeyi başardım. Tim Buckley. Hani şu Hallelujah Jeff Buckley’nin babası. Bu Buckleyleri, baba oğul keder yüklü karakteristik sesleri, ifadeli yüzleri ve gencecik ölüp gitmeleri sebebiyle iki mühim müzik adamı olarak cümle alem tanır, bilirmiş meğer. Benim tanışmam ancak 20li yaşlarımın başında olabildi. İkinci adım, yani şarkıyla tanışmam da iki-üç yıl kadar sonra oldu. David Lynch’in anlayabilen beri gelsin filmlerinden bir yenisi olan Kayıp Otoban’ı izlerken o şarkıyı bir kadın sesinden duydum. Filmi ve genel olarak David Lynch’in dünyasını anlama çabalarım, araştırmalarım sırasında bu şarkıyı kimin söylediğini (This Mortal Coil) ve şarkının adına öğrendim nihayet: Song to the Siren.

Benden başka herkesin bildiği bu şarkıyı George Michael’dan Sinead O’connar’a, Robert Plant’e kadar önüne gelen müzisyen cover manyağı yapmış yıllarca. Coverların içinde en başarılısı yine This Mortal Coil’ınki. Ama bana sorarsanız bu şarkıyı kadın sesinden dinlenmek yanlış. Tam da Tim Buckley sesine, yorumuna sahip bir erkek tarafından söylenmeli. Tamam, adamın insanı kanırtan, değdiği yeri dağlayan sesi, yorumu zaten bir olay. Ama diğer şarkılarda olmayıp bu şarkıda olan ilave bir yürek paralama gücü var bence. Nedir o? Şudur: Denizci-Siren ilişkisi. İlişmek ya da ilişmemek. İşte bütün mesele bu!

Sirenler, Yunan mitolojisinde şarkılarıyla denizcileri kayalıklara doğru çekip öldüren, kafası kadın, bedeni yarı kuş-yarı balık deniz yaratıklarıdır. Resimde ve heykelde Sirenler bazen insan başlı kuş, bazen kuş gibi bacakları ve kanatları olan kadın olarak betimlenmiş. Yüzleri çok güzel, sesleri büyüleyici olan Sirenlerin tuzak, ağ olarak kullandıkları büyülü şarkı da Siren şarkısı diye biliniyor. Sirenler, İtalya’nın güneyinde, Foça’da Siren Kayalıkları’nda, etrafı sarp kayalıklarla çevrili, tekinsiz adalarda yaşarlarmış. Siren şarkısını duyup da karşı koyabilen denizci yokmuş. Homeros’a göre Sirenlerden kurtulabilen sadece üç kişi var: Jason, Arga ve Odysseus. Efsaneye göre, Odysseus gemisiyle Sirenlerin yaşadığı yerden geçerken, tayfalarının kulaklarına balmumu tıkatır. Kendisi müziği işitebildiğinden, gemiyi rotasından saptırmamak için kendini seren direğine bağlar ve Argonotları ölümden kurtarır. Sirenler de bu başarısızlıkların ardından intihar ederler. Neresinden baksanız, taraflardan birinin ölümü ile son bulacak bir acayip ilişki yani…

Mitoloji uçsuz bucaksız bir okyanus. Sirenler küçücük bir damla…

Tim Buckley hayatı boyunca depresyon ve uyuşturucudan muzdaripmiş. Temizlenmeyi başardığı bir dönemde, konser sonrası katıldığı ev partisinde yanlışlıkla yüksek dozda eroin alması sonucu fenalaşmış ve arkadaşı tarafından evine getirilmiş. İyi olup olmadığına bakmaya gelen arkadaşına son sözü şu olmuş: “Bye, bye baby”… Baba Buckley öldüğünde 28 yaşındaydı.

“Jeff Buckley, 29 Mayıs 1997’de, arkadaşı Keith Foti ile Mississippi Nehri kıyısına gitti. Led Zeppelin’ in Whole Lotta Love şarkısını söyleyerek, kıyafetleri ile nehre girdi. Arkadaşı, kıyıda bulunan gitar ve radyoyu o sırada nehirden geçen bir botun oluşturduğu dalgalardan kurtarmaya çalışırken nehre baktığında Jeff Buckley’i göremediğini fark etti.” (Kıssadan hisse, gitarı ve radyoyu “kurtarmak” bazı durumlarda hayati önem taşıyabiliyor demek ki) Arama çalışmaları başladı ve 4 Haziran günü bir turist tarafından görülen vücudu karaya çıkarıldı. Buckley’nin polis raporlarında olaydan önce alkol veya uyuşturucu almadığı ortaya çıktı. Yani ne yaptığının farkında olarak açıldı denize. Oğul Buckley öldüğünde 30 yaşındaydı. Evlilik dışı bir çocuk olarak doğan Jeff Buckley’nin babasıyla arasında gerçek anlamda baba-oğul bağı hiçbir zaman olamamış. Jeff 6 yaşındayken, bir kere görüşmüşler sadece. Ve Jeff sekiz yaşındayken babası, bu bağsızlık, köksüzlük, bu kaybolmuşluk, kaybetmişlik duygusunu oğluna miras bırakarak ölüvermiş. Jeff, “Bana doğru yüz ki seni sarayım” diyen bir Siren Şarkısı duymuştur belki nehre girdiğinde. Kim bilir?

İşte insan böyle, yaşadıkça bazen cellat bazen kurban, kimine cellat kimine kurban olur… Roller döner durur. Bazen Denizci, bazen Siren olunur. Daha umursamaz, daha hafif varolmayı becerebilenler bu döngüde kolaylıkla yeni rolüne adapte olur. Fazla hassas, fazla kırılgan, her şeyi ağırlığıyla yaşayan sanatçı-müzisyen tayfası da bazen kendi girdabından çıkamaz; boğulur. Müzik uçsuz bucaksız bir okyanus. Tim Buckley – Song to the Siren küçücük bir damla. Ben daha bu şarkıyı anlamanın çok uzağındayken, daha yakıcı bir sobaya gidip gidip parmaklarımı değdiğim zamanlarda, içten içe nasıl bir büyüyle karşı karşıya olduğumu seziyor, biraz daha fazla duyabilmek, biraz daha yakınına varabilmek için bu şarkının, bu sesin derinine yüzmeye çalışıyordum. Sezgi kısmını aşıp, gerçekten, bütünüyle anlayabildiğimdeyse “katreyim umman buldum, derdime derman buldum” dedim kendi kendime. Yapayalnızlık hissine sanattan iyi merhem yok diye. “Sanat, huzursuzları yatıştırır; rahatı yerinde olanların keyfini kaçırır”mış ya, bu şarkının bana yaptığı tastamam bu işte. Lütfen bugün, bu şarkıyı en az bir defa dinleyiniz. Mümkünse yalnızken, kulaklıkla ve yüzünüz denize dönük olarak…